9 Mayıs 2012 Çarşamba

DÖRTLÜ TAKRİR VE KURULUŞ

          12.Haziran.1945’ de, ilk büyük hareket başladı ve meşhur dörtlü takrir verildi. Dörtlü Takrir‘ de hükümet ve parti ağır bir surette eleştiriliyor; Demokrasi, Devlet ve halk için bazı kanunlar ve Parti Tüzüğü dâhil demokratik değişiklikler yapılması isteniyordu. Ayrıca, ülkenin ve insanlarımızın içinde bulunduğu duruma işaret edilerek; Siyasette ve bilumum sosyal hayatta yeni düzenlemelerin yapılması mecburiyeti açıkça ortaya konulmuştu. Böylece Halk Partisi içindeki mücadele bütünüyle ortaya çıktı. Saflar belli oldu ve şekillenmeye başladı. İşte bu takririn reddi, Demokrat Partinin “kuruluş gerekçesi” oldu.
Dörtlü takriri verenler:

1.      CELAL BAYAR, Halk Partisi’ nin kurucusu. Atatürk’ ün en yakın arkadaşı, sırdaşı ve dostu. Milli Mücadele ‘ nin meşhur ENVER HOCASI. ATATÜRK’ e “SENİ SEVMEK MİLLİ BİR İBADETTİR. “ diyen kişi.
2.      REFİK KORALTAN , Atatürk ‘ün samimi arkadaşı, en sevdiği ve en güvendiği insan. Halk Partisi’ nin ileri geleni, Kurmay’ ı.
3.      Prof. FUAD KÖPRÜLÜ , Bir ilim adamı. Halk Partisi’ nin  kurucu kadrosunda yer alan ve halk tarafından çok sevilen bir kişi. Bizzat Atatürk tarafından Mebus yapılan ender şahsiyetlerden.
4.      ADNAN MENDERES, Daha 30 yaşında iken Atatürk tarafından keşfedilen, çok sevilen ve takdir edilen; Bizzat Atatürk tarafından Mebus yapılan müstesna bir zat. Atatürk’ ün sıkça kendisi hakkında “İleride istifade olunacak ve büyük işler yapacak” diye övgüler yağdırdığı ve Demokrasi için bilhassa ümit bağladığı büyük insan.
 
            Dörtlü takrire güç kazandıran imza, elbette ki Atatürk’ün son Başvekili Celâl Bayar’ın imzasıdır. Celâl Bayar’ın mesleği siyasettir. Bursa’da birkaç yıl banka memurluğu yaptıktan sonra “İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne” girmiş ve bundan sonra sürekli olarak politikacılıkta kalmıştır. Çizdiği politika yolu gerçekten çok ilkeli, istikrarlı ve başarılıdır. Atatürk’ün çizgisi ile bütünüyle örtüşür. Bu yönüyle, siyasette “gelenek” olarak adlandırılan yolun ilk yolcuları, öncü ve önderleri Atatürk ve Bayar ‘dır. Bayar, hem Osmanlı Ümparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşında ki yenilgisinde yönetici sıfatıyla sorumlu olmak, hem de İzmir’e çıkan Yunan ordusu karşısında silâhlı mukavemete girip Kurtuluş Savaşı’ na ilk başlayan ve bunu sonuna kadar sürdürebilen ittihatçı olmak yalnız Bayar’ın muvaffak olabildiği bir politika ustalığıdır. Bu politika ustalığını, Atatürk’ün güvenini sağlayan birkaç ittihatçıdan biri ve geleneğin ikinci halkası olmakla ispat ettiği gibi, Demokrat Partiyi kurarken, Atatürk’ün en yakın arkadaşları olan Tevfik Rüştü Aras, Kılıç Ali, Recep Zühtü, Fuat Bulca gibi isimleri, Demokrat Parti’ye (talepte bulundukları halde) almamakla da ortaya koymuştur. Oysa, bu kimseler, uzun süre Celâl Bayar’ı İsmet Paşa karşısında bir parti kurmaya zorlamışlardı. Fakat Bayar, her birine özel muhabbeti olduğu halde, genç bir parti için sakıncalı olacaklarını bildiğinden, bunları Demokrat Parti’den uzak tuttu.
            Politik kişiliği böylesine belirmiş bir Parlâmenterin, dörtlü takrir’e imza koymasının önemi, anlamı ve değeri vardır. Nitekim, öteki imza sahipleri Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan Halk Partisi’nden çıkarıldıkları halde, Celâl Bayar partiden çıkarılmamış ve buna hiçbir surette teşebbüs dahi edilmemiştir. Ancak, Demokrat Parti’nin kurulacağı günlere yakın bir dönemde kendisi “Önce Milletvekilliğinden”  sonra da Halk Partisinden istifa ederek kurulan yeni partinin liderliğine geçmiştir.
            İsmet Paşa, Atatürk’ün İktisat Vekili ve Başvekili olarak Celâl Bayar’ın iktisadi görüşlerine karşıdır. Bunu açıkça söylemiştir. Fakat, Atatürk’ün hastalığı sırasında Başvekil olarak  kışkırtmalara, küçük oyunlara itibar etmemesini, Atatürk’ün ölümünde Devlet Başkanlığı’nın intikalini pürüzsüz sağlamasını, “Memlekette yapılan en büyük hizmetlerinden biri” olarak nitelemiş ve bunu yazı ile de teyit etmiştir. Fakat, 1938 yılında Meclis huzurunda yaptığı bir konuşmada Bayar’ın Başbakan seçilişindeki isabeti anlatırken: “Bayar’ın kendisinde bu altın yürek ve vazife aşkı oldukça daima muvaffak olacaktır. Bu yeni vazifesinde büyük muvaffakiyetler kazanacağına kati surette inancım vardır.” Demesi, Bayar’a devlet/gelenek çizgisinde ayrı bir önem kazandırır. Böyle bir devlet adamının Dörtlü Takrir’e imza koymasının elbette özel bir değeri vardı.
            Peki, Celâl Bayar’ı dörtlü takrir’i imzalamaya iten başkaca (iç) sebepler yok muydu ? Aslında vardı. Bayar, Atatürk’ün ölümü sırasında elinde bulundurduğu devlet güçlerini İsmet İnönü’nün aleyhinde kullanabilirdi. Eğer, bunu yapmak isteseydi zaten vadesi gelmiş olan yeni seçime gidebilir, İsmet Paşa’ya oy vermeyecek bir Büyük Millet Meclisi hazırlayabilirdi. Hem de, o zamanki İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü, Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak ve Kılıç Ali, onu bu yola teşfik ettikleri ve zorladıkları halde!. Esasen, Atatürk, hasta yatağında bunu ima etmişti. Bayar, bu tahrik, ima ve tavsiyelere kapılmamış ve İnönü’nün Cumhurbaşkanlığını normal yollardan sağlamıştır. Öyle olmasına rağmen, İnönü’nün kısa bir süre sonra kendisini Başvekillikten uzaklaştırması, Atatürk’ün programını askıya alması, Başvekilliği sırasında yapılan işler hakkında araştırma ve soruşturma komisyonu (!?) kurması, oğlu Refii Bayar’ı intihara sürükleyen esassız suçlamalara girişmesi, öteki oğlu Turgut Bayar’a adi ihbarları mesnet tutarak çileli günler yaşatması, elbette baba olarak Celâl Bayar’ın içinde devasız yaralar açmıştır. Bayar’ın bütün bunlara rağmen İsmet İnönü’ye kırgın olmadığını söylemek elbette mümkün değildir. Ama, O, vicdanının sesini dinlemiş, vatan, millet ve devlet sorumluluğu, milli birlik-beraberlik ve bütünlük inancı, ulusal istikrar ve bunu mündemiç geleneğin yolundan; İsmet İnönü’nün 1938’den bu yana kendisine karşı izlediği haksız ve hasmane politikalara rağmen asla ayrılmamış ve sapmamıştır.         
            Dörtlü takrirden sonra olaylar süratle gelişti. CHP şok geçiriyor, şaşkınlık içinde bocalıyor ve bunalımdan çıkış yolları arıyordu. Ancak, muhalefeti tasfiye etmeye kararlıydı. Milli Şef’ in saltanatı sarsılmaya başlamıştı. Derhal harekete geçtiler. Bundan sonra sırasıyla :
           
            21 Eylül 1945           MENDERES ve KÖPRÜLÜ CHP’ DEN İHRAÇ EDİLDİ                                                 
            .  28 Eylül 1945           CELAL BAYAR ÖNCE MEBUSLUKTAN, DAHA                                                      
                        SONRA DA (4.Aralık.1945) CHP’ DEN İSTİFA EDEREK
                        BÜYÜK BİR FAZİLET ÖRNEĞİ VERDİ.
. 27 Kasım 1945          KORALTAN CHP’ DEN İHRAÇ EDİLDİ.

            Böylece kadro tamamlanmış ve sıra yeni hareketi başlatmaya gelmişti. Memlekette büyük bir heyecan, CHP’ de ise korku, endişe, yıkım ve hezeyan vardı. İsmet İNÖNÜ panik içindeydi. Ne yapacağını şaşırmıştı. Bir taraftan için için istediği çok partili siyasi hayata geçişin açık sinyallerini görerek seviniyor, diğer taraftan oluşan ve gelişen hareketin kontrolünden çıkabileceği endişesi ile sinir krizleri geçiriyordu. Ancak, artık olaylar çığırından çıkmış ve önüne geçilmez bir hal almıştı. Ne olacaksa olacaktı. Aralık 1945’ den itibaren siyaset iyice hareketlendi. Memleket, belli ki, büyük hadiselere gebeydi.

            DEMOKRAT  PARTİ  KURULUYOR
            Nihayet beklenen oldu ve 07.OCAK.1946’da “DEMOKRAT PARTİ” resmen kuruldu.
Kurucular: Sabık Başbakanlardan İzmir Mebusu Celâl BAYAR (Genel Başkan) . İçel Mebusu Refik KORALTAN, Aydın Mebusu Adnan MENDERES ve Kars Mebusu Prof. Fuad KÖPRÜLÜ.
            Demokrat Parti’ nin kuruluşu halk arasında büyük bir sevinç, coşku ve heyecan yarattı. Vatandaş adeta bayram yapıyordu. Daha kurulduğu ve ilan edildiği gün Teşkilat için yoğun talepler başlamış, bütün Türkiye Demokrat Partiyi ümit ve gururla bağrına basmıştı. Bir yanda Halk Partisi korku ve hasetten kıvranırken, diğer tarafta büyük bir halk hareketi ortaya çıkmış ve Türk insanı Demokrat Parti’ yi yürekten kucaklamıştı bile...
            Ancak, göz ardı edilen çok önemli bir gerçek vardı. O’da CHP’nin tutumu. Zira, CHP’nin çok partili hayatı kolaylıkla kabul etmesi, günün birinde iktidardan da ayrılmayı göze almış olduğu anlamına gelmiyordu. CHP, yeni başlayan dönemde de “hem demokrasi ve hem de kesintisiz iktidar” peşinde idi. İnönü, kendince bu formulü yürütebileceğini düşünüyor ve DP muhalefetine sadece ve yalnızca “murakabe ve eleştiri” görevini vermeyi düşünüyordu. İşte, halk partisi iktidarı muhalefete yıllarca hep bu gözle bakacak ve gerçek anlamda halkın iktidarını, yani, demokrasiyi asla kabullenemeyecekti.
            Gerçekten, Demokrat Partinin daha kuruluşu aşamasında CHP iktidarının ona vermek istediği yön, yol, rol ve doğrultuyu, Genel İdare Kurulu Üyesi ve Aydın Milletvekili Adnan MENDERES bir parti toplantısında şu sözlerle açıklamıştır : “Bize gidilecek yol olarak telkin edilmek istenen şeyler şunlardır : 1- Şark vilâyetlerinde ve hudut vilâyetlerinde asla teşkilât kurmamak, köylere kesinlikle uzanmamak ve hattâ şimdilik fikir cereyanlarına müsait diye kabul edilen birkaç vilâyetten başka yerlerde teşkilât yapmamak.,  2- Teker, teker – seçe, seçe mahdut sayıda azâ (üye) kaydetmekle iktifa etmek.,  3- Halk Partisine karşı hiç olmazsa 40-50 sene daha iktidara gelme iddiasında bulunmamak..”
            Görülüyor ki arkadaşlar, bizden istenilen ve beklenilen; Demokratik manzarayı tamamlayan bir “süs olarak” kalmak. Geniş veya dar, fakat Halk Partisince çizilecek bir yol haritası ve faaliyet hududu içinde bulunmak şartı ile Mecliste verilecek sandalyeleri işgal etmekle iktifa etmek. (17.Temmuz.1946 – Aydın mitingi ) Fakat, bu niyet insanların umurunda bile değildi. Millet aradığını bulmuş ve kendi öz partisine dört elle sarılmıştı bir kere..,

04.Şubat.1946             İLK TAŞKİLAT ANKARA’ DA KURULUYOR.

                                   Kurucuları        : Av. Zühtü Hilmi VELİBEŞE, Tüccar Hüseyin                                                    

                                    AVUNDUK, Türk Ticaret Bankası Umum Müdürü  Sait BAŞAK,                                                                               
                                   Mühendis Şaip ÖZEL, Avukat Fehmi YAĞCI
07.Şubat.1946             İKİNCİ TEŞKİLÂT SAMSUN
11.Şubat.1946             ÜÇÜNCÜ TEŞKİLAT İZMİR’ DEN
                                   Kurucuları        : Dr. Ekrem Hayri ÜSTÜNDAĞ (İl Başkanı)
                                   Mühendis Harun İÇMENLER, Bankacı Hayri GÖNEN, Tüccar
                                   Mustafa NAZLI ve Tüccar Haydar DÜNDAR
14.Şubat.1946             ÜÇÜNCÜ TEŞKİLAT İSTANBUL
                                   Kurucuları        : Prof. Dr. Kenan ÖNER ( İl Başkanı )
                                   Prof. Cevat GÜLÜN, Emekli General İlyas AYDEMİR, Tüccar
                                   Hüseyin Avni SAĞIROĞLU – Tüccar İbrahim ÇEHRELİ
                          
               DP, inanılmaz bir hızla ve kısa sürede gelişti, büyüdü. Bütün Türkiye’ye yayıldı. Adeta bir efsane diriliyor ve vatandaş kendi partisini bulmuş olmanın seviciyle partiye sahip çıkıyordu.  

               Şubat ayı içinde Ankara, İzmir ve İstanbul’ un kurulması, Anadolu ve Trakya üzerinde çok büyük bir moral ve manevi etki yarattı. Vatandaş teşkilat kurma konusunda adeta birbiriyle yarışıyor;  Bir ilin kurulmasını müteakip ilçe, bucak ve ocak teşkilatları peş peşe kuruluyor, temsilcilikler en kısa zamanda oluşuyor, binlerce, yüz binlerce insan DEMOKRAT PARTİ’ ye üye olabilmek için koşturuyordu. Öyle ki, 1946 yılı içinde bütün Türkiye’ de teşkilatlanma hızla tamamlandı. İnatla, ısrarla ve azimle faaliyet gösterir, yoğun bir mücadele verir hale geldi. Halk Partisi ise adeta siliniyor, eriyor ve yok oluyordu.

               EFSANEVİ BİR MÜCADELE BAŞLIYOR, “YETER, SÖZ MİLLETİN’ DİR”
               GELENEK’E KARŞI GERİCİ, STATÜKOCU VE OLİGARŞİK UNSURLAR ATAKTA
              Kurulduğu günden itibaren DEMOKRAT PARTİ’ nin mazhar ve muhatap olduğu ilgi ve sevgi inanılmaz boyutlarda gelişti, büyüdü. Muazzam bir halk hareketine dönüştü. Bu ilgi ve ihtişamı gören Halk Partililer adeta dehşete kapıldılar. Korku ve panik Partiyi sardı. Derhal olağanüstü tedbirler almaya koyuldular. Demokrasi, insan hakları, adalet, hukuk gibi kavramlar bir kenara itildi. Devlete sahip bulunmanın ve Hükümet olmanın bütün imkan, kaynak ve avantajlarını seferber ederek karşı mücadeleye başladılar. Türkiye 35 bölgeye bölündü. Başta  teşkilat mensupları, güç odakları, fanatik taraftarları, sempatizanları ve saadet zincirinin uzantıları olmak üzere; Valiler, Kaymakamlar, Komutanlar, Jandarma, Polis,... ellerinde ne varsa hepsini DP’ ye karşı kışkırttılar ve kullandılar. Engellemeler, baskılar, hatta kavga ve saldırılar dahil her yola başvurmaktan asla geri durmadılar, çekinmediler. Oysa, Atatürk ne diyordu ?,
                “Bilinmelidir ki, Türkiye Cumhuriyeti, Demokrasi esasına dayalı bir devlettir. Demokrasi ise, esas itibarıyla, siyasi niteliktedir, fikridir, ferdidir, eşitlikçidir. Demokrasinin bu esas noktalarına göre, vatandaşın siyasi hürriyet ve çalışmasını sağlamak ve vatandaşın bilimsel, sosyal, sanat, ahlâk gibi fikri sahalarda gelişmesiyle ilgilenmek ve vatandaşın milli egemenliğe, usullere uygun olarak katılma hakkını ve bütün vatandaşların aynı siyasi haklara sahip olmalarını sağlamaktan ibaret olan noktalar, devletin vatandaşa karşı başlıca vazifelerinin sınırını gösteren işaretlerdir.” (1929 – Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Prof. Afet İnan, Türk Tarih Kurumu Yayını, 1969)  Her nedense, pek Atatürkçü olan ve “ikinci adam” biçiminde anılan Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve Hükümeti’nin bu talimattan haberi yok gibidir !? 
                Öyle ki; yer yer Demokrat Partili’lere alenen saldırılar oluyor ve sindirme, korkutma, vazgeçirme uğruna insanlar yaralanıyor, tartaklanıyor, dövülüyor ve hatta Manisa’ nın Hacıhurmanlı köyünde olduğu gibi, öldürmeye teşebbüs olayları dahi yaşanıyordu. Fakat, bir kere büyük halk hareketi başlamış ve vatandaş DP’ ye ümit bağlamıştı. Hiçbir olay DP’ lileri yıldırmıyor, aksine daha da azimli, mücadeleci ve kararlı kılıyor, teşkilatın bağlılık, istek ve ihtirasını kamçılıyordu. Katır sırtında köy köy, ev ev dolaşanlar vardı.
                 Bu gelişmeler karşısında Halk Partisi Hükümeti’ de boş durmuyordu. Ani bir kararla 01.Mayıs.1946 – 30.Mayıs.1946 tarihleri arasında Belediye Seçimlerini yapmaya karar verdi. Bu, çok ani, umulmayan ve baskın bir seçimdi. Beklenmiyordu. Ancak, henüz DP teşkilatları tamamlanmamış ve seçime hazırlanmamıştı. Artı, bu karar uygun ve ahlaki değildi. Bu nedenle DP seçimlere katılmayacağını resmen açıkladı. Halk seçimleri veto etti. Sonuçta % 48’lik bir katılımla seçimler tamamlandı. Vatandaş kızgın, CHP şaşkındı. Yerli ve yabancı basın uygulamayı kınadı. İnönü büyük itibar kaybetti.
                 Fakat, Halk Partisi bununla yetinmeyecekti. Hemen akabinde 21.Temmuz.1946’ da Milletvekili Genel Seçimi yapma kararı aldı. Buna katılmamak veya engellemek imkansızdı. DP muhteşem bir kadroyla 49 ilde seçimlere katıldı. Fakat, oyun-düzen ve bin türlü kargaşa sonucu nihayet gün sona erdi ve oy verme işlemi bitti. Sandık Kurulları, tasnifi kapalı kapılar ardında yapmak istiyorlardı. Halkla sandık kurulları ve Polis arasında sert tartışmalar yaşanıyor, bütün Türkiye de gerilim artıyordu. Uygulanan usule milletin tepkisi büyüktü. Fakat, millet çaresizdi. İtiraz ve şikâyetler boşa gidiyor ve milletin elinden bir şey gelmiyordu. Seçim kanunları değişmediğinden “AÇIK OY–GİZLİ SAYIM” usulüyle ve HAKİM TEMİNATI OLMAKSIZIN yapılan seçimler, bütün ülkede büyük bir kavga, gerilim ve kargaşa içinde geçti. Gerçekte DP seçimleri kazanmış fakat usulsüzlük ve yolsuzluk nedeniyle neticeye varması mümkün olmamıştı. Aslında sonuç utanç vericiydi. Böylece, Halk Partisi DP ‘den intikamını almış ve fakat vatandaş örselenmiş ve öfkesi bilenmişti. 465 milletvekilinden 395’ i CHP’ nin oldu. DP 66 Milletvekili çıkardı. 4 kişi de bağımsız olarak seçildi. İstanbul’da da 14 Milletvekilliğini CHP almış 8’i de Demokrat Partiye (lütfedilerek) bırakılmış; Mareşal Fevzi Çakmak, DP listelerinden İstanbul bağımsız Milletvekili seçilmişti.
       Mareşal, mazbatasını aldıktan sonra DP teşkilât mensupları tarafından Erenköy’de ki evinde ziyaret edildi. Tebrikleri kabul ederek, bir soru üzerine; “1938’de İsmet Paşanın Cumhurbaşkanı seçilmesine neden yardımcı olduğunu ve o günün şartları içinde milletin arzusunun o doğrultuda olduğunu, ancak CHP’nin o günden sonra çok değiştiğini” anlattı.
                  Ancak, önemli olan artık DEMOKRAT PARTİ Parlamentoda idi.
                  Seçim sonuçları belli olunca mecvcut Şükrü SARACOĞLU Hükümeti çekildi. Reisicumhur ve “miili şef” İsmet İnönü, bunun üzerine İstanbul Milletvekili Recep PEKER’i Hükümeti kurmakla görevlendirdi. Otoriter yönetime taraftarlığı ile ülkemizde ün yapmış olan Recep PEKER gibi bir kişinin, tek partili hayattan çok partili hayata geçildiği bir sırada Başbakanlığa getirilmesi pek de hayra alâmet değildi. Netekim, mücadelenin şekli değişmiş, Demokrat Parti ağırlık ve etkinlik kazanmış ve dava Meclise taşınmıştı. Gayri, büyük Atatürk’ ün özlediği ve bütün milletin canı pahasına istediği DEMOKRASİ’ nin ayak sesleri duyulmaya başlamıştı. Ama, çok partili siyasi hayatta ilk seçimin yapılmış olmasına rağmen, nisbi bir rahatlama ve/veya kısmi bir demokrasi emaresi görülmüyordu. Demokrasinin ayak sesleri, çoğunlukla dikta ve despotizmin postal sesleri ile karışıyor, jandarma zulmü olanca hızıyla devam ediyor ve Halk Partisi bir bakıma en zor ve en çelişkili günlerini yaşıyordu. Ekonomi çökmüş, açlık-yokluk, işsizlik, yolsuzluk, yoksulluk, cehalet ve sefalet had safhaya ulaşmış, içerde ve dışarda siyaset dumura uğramıştı. Bu ve benzer nedenlerle Halk Partisi 1946 seçimlerinden sonra çok huzursuz, manen ve moralman çökük bir döneme girdi. Milletvekilleri, hileli ve baskılı bir seçim sonunda parlâmentoya gelmişler, ama gelecekleri hakkında da haklı bir kaygıya düşmüşlerdi. Seçimlerin memlekette yarattığı büyük gerginlik, seçim sonuçlarına karşı memleketin her yanında yapılan öfkeli protesto mitingleri ile günden güne artarken, iktidarla muhalefetin ilişkileri de giderek bozuluyor, demokrasiye bakış açısından, CHP Meclis grubunda başından beri mevcut olan fikir ayrılıkları giderek şiddetleniyordu. Ülke bir rejim bunalımına girmişti. Millet halk partisinden ve Recep Peker hükümetinden acı, öfke, şiddet ve nefretle bahsediyordu. Halkı yaşatan ve ayakta tutan tek umut Demokrat Parti idi.
05.Haziran.1946        İki dereceli seçim sistemi, tek dereceli seçim sistemi ile değiştirildi.
07.Eylül.1946            CHP hükümeti, meşhur 7 EYLÜL kararlarını aldı. Bir gecede dolar 100 kuruştan
                                  tam 280 kuruşa çıkartıldı. Böylece, rahmetli Atatürk’ den bu yana devam eden , BİR DOLAR = BİR LİRA efsanesi sona erdi. Yokluk, kıtlık, istikrarsızlık ve huzursuzluğa bir de, süratle yükselen müzmin enflasyon ve pahalılık eklenmişti. Açıkçası, Türk halkı belki de tarihinin en zor, en fakir-yoksul ve sıkıntılı günlerini yaşıyordu.
                  Diğer taraftan; İnsan Hakları, Adalet ve Hukuk adına bir nosyondan bahsetmek de mümkün değildi. Vatandaş tutuklanmadan geçirdiği her günü kardan sayıyor, baskı ve stres içinde bunalıyor; Ümit olarak sarıldığı DP etrafında saflarını sıklaştırıyor ve “Yeter, Söz Milletindir” diyerek, Demokrasi mücadelesini günden güne yoğunlaştırıyordu. Ancak, Halk Partisi ve yandaşları ile mülki idare ve jandarma tarafından DP’nin örgütlenmesi her tarafta engelleniyor, müteşebbisler büyük sıkıntılarla karşılaşıyor ve halk hareketi bilinçli olarak önlenmeye çalışılıyordu. Öyle ki; Kim Demokrat Partililere selâm verse hemen ertegün Belediye, Jandarma veya Kaymakamlıklara çağrılıyor ve baskı görüyordu. Memleketi bir huzursuzluk kapladı. Bütün CHP demokratlara göz dağı vermek için hazırlık yapmakta idi. Bu davranışları ile demokratların teşkilâtlanmasını önleyebileceklerini sanıyorlardı. (Enteresan bir örnek vermek gerekirse, Şarkikaraağaç Hakimi Ahmet Hamdi Sancar, o sıralar CHP ilçe Başkanı gibi hareket ediyor ve Demokrat Partilileri top yekûn kominist olarak suçluyordu. Sancar, 1949 yılında Denizli ili Cumhuriyet Savcılığına nakloldu. 1954 seçimlerinde de DP Milletvekili seçildi. Yassı ada mahkemelerinde Tahkikat Komisyonu Başkanı olarak yargılandı. İdama mahkum edildi. Milli Birlik Komitesi tarafından cezası müebbet hapse çevrildi. Dha sonra, 1977 seçimlerinde Denizli’den AP Milletvekili olarak tekrar meclise girdi. 1980 yılında da vefat etti.) Buna mukabil DEMOKRAT PARTİ kadroları hem Mecliste ve hem de meclis dışında ”Tam bir demokrasi, adalet-hukuk ve İnsan hakları havarisi” gibi canla başla çalışıyorlardı. Ancak, DP’nin işi çok zordu. Zira, o sıralar (1938’den sonra) vatanı tanımayan ve memleket şartlarını bilmeyen bir bürokrat ve (Halk Partili) politikacı türü meydana gelmişti. Bunlar, tesadüfen tahsil gördükleri memleketin şartlarını, Türkiye’ye taşıyarak sözde Türkiye’yi garba (batıya) yaklaştırıyorlardı. ( Bu mantık, zaman içinde azalmadı. Ondan sonra da, Halk Partisi kisvesi ve örtüsü altında; gerici, yobaz, batıcı anlamda bağnaz, şekilci-statükocu, imtiyazcı, yağmacı ve oligarşik bir zihniyet olarak devam etti. )  
                  Bu meyanda 1946 yılı Ekim ayında, DP Milletvekili Mareşal Fevzi ÇAKMAK Başkanlığında ( İstanbul’ da) “İNSAN HAKLARINI MÜDAFAA CEMİYETİ” kuruldu. Atatürk’ ün en yakın silah arkadaşı ve Türkiye’ nin ikinci Mareşali tarafından teşkil edilen böyle harikulade bir teşebbüs, Halk Partisi tarafından büyük tepkiyle karşılandı. Halk Partililer çileden çıktı. Böylece Halk Partisinin gerçek yüzü bir kez daha görüldü ve gerçek niyetleri tam anlamıyla deşifre oldu. Diğer bir anlamda bu tepki, zamanın halk partisinin adıyla, ilkeleriyle ve Atatürk’ ile hiç mi hiç ilgilerinin kalmadığının açık bir göstergesi idi. Şapka düşmüş, kel görünmüştü.
                  Bu arada, DP’ nin 1. Olağan Kongresi toplandı. 

                  DEMOKRAT PARTİ 1. OLAĞAN BÜYÜK KONGRESİ, 07.OCAK.1947
                  Bu kongre, Halk Partisi iktidarının doğrudan ve çok ağır baskılarına maruz kaldı. Hükümet, kongre salonunda görev yapmak üzere yüzlerce resmi giyimli polis görevlendirdi. Salonda polisle halk birbirine karıştı. Hükümete karşı kızgınlık ve öfke büyüdü. Öyle ki, bu bir kongre değil, adeta bir halk ihtilâli havası taşıyordu. Delegelerin ağızlarından sözler ateş parçası gibi dökülüyor, devlet yönetimi en ağı biçimde eleştirilip suçlanıyordu. 1946 seçimlerinin kanlı ve hileli geçmesi, DP oylarının gaspı, idarenin büyük bir baskı uydulaması ve en sonunda mazbata oyunları ile Halk Partisi lehine oy aktarılması öfkeli bir kongre yaratmıştı. Salonda, Atatürk inkılâp ve ilkelerine son derece saygılı, devlete sadık ve samimi olarak bağlı, demokrasiye aşık ve fakat hükümete öfkeli, bilinçli-inançlı bir halk vardı. Genel Başkan ve Genel İdare Kurulu , politikanın gerektirdiği esneklik içinde kalınmasını istiyor, fakat İstanbul İl Başkanı Avukat Kenan Öner, Doktor Mükerrem Sarol, partinin fahri müfettişliğini yapmış Samet Ağaoğlu, Osman Bölükbaşı ve General Sadık Aldoğan gibi ateşli delegeler, “sine-i millete avdet” formülü içinde “halk ihtilâlini-beyaz ihtilâli” öneriyorlardı. Nitekim, kongrenin ana davalar komisyonu’nda bu delegelerin tutumu Celâl Bayar, “Başvekilim Menderes” adlı kitabında şöyle özetliyor :
                 “Komisyonda İHTİLAL havası esiyordu. Bana verilen bilgiye göre Kenan Öner, Samet Ağaoğlu, Osman Kapani ve Dr. Mükerrem Sarol’un içinde bulunduğu bir grup çok kuvvetli sözcülerle parti milletvekillerinin TBMM’den çekilmelerini istiyorlar, iktidarı milletle karşı karşıya getirmeyi tek çıkar yol olarak görüyorlardı.”      
Bu yola dökülenler içinde Osman Bölükbaşı gibi, Samet Ağaoğlu gibi, Genel İdare Kuruluna seçilmek için kongre üyelerinden oy toplamak isteyenler de vardı. Nitekim o kongrede Samet Ağaoğlu Genel İdare Kuruluna seçilmiş ve sonuna kadar da Demokrat Parti de kalmıştır. Osman Bölükbaşı seçilememiş ve bundan sonra her fırsatta parti yöneticilerine karşı sert çıkışlar onu Millet Partisi kurucuları arasına itmiştir.
Bu grubun içinde bulunan en önemli kişi, İstanbul İl Başkanı Kenan Öner’di. Tek başına, isimsiz bir lider gibi davranıyor, basını ve kamuoyunu peşinden sürüklüyordu. Kongre, kendisini  oy birliği ile Kongre Divan Başkanı seçti. İsteseydi Genel İdare Kuruluna rahatça seçilebilirdi. Nedense istemedi ve seçilmedi. (Fakat, İstanbul’dan Genel İdare Kurulu’nun aldığı kararlara karışıyor, Parti Grubu ile Genel İdare Kurulu arasındaki anlaşmazlıklarda söz sahibi imiş gibi davranıyordu. Kısa bir süre sonra, Genel İdare Kurulu ve özellikle Genel İdare Kurulu Üyesi Fuat Köprülü ile çatıştı. Daha sonra bir demecinde Kenan Öner; “Koministler, Bakanlar Kurulu’na kadar girmiştir” dedi. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’i kastediyordu ve onun kastedildiğini de her kes biliyordu. Bunun üzerine Hasan Ali Yücel, “O kominist Bakan ben miyim?” demek gafletinde bulundu. Kenan Öner: “Evet sensin!” diye karşılık verdi. Böylece de bir dava açıldı. Hukukta iyi bir Avukat ve mükemmel bir taktisyen olan Kenan Öner, bütün kamuoyunun heyecanla izlediği bu davayı kazandı. Davayı kaybeden Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, Bakanlıktan istifa ederek bu görevinden uzaklaştı.)
Bütün olumsuz cereyan, yükselen heyecan ve zaman zaman oluşan gerilime rağmen, bu kongre, Demokrat Parti’nin artık halka malolduğunu, milletçe benimsendiğini ve insanların güvenini kazandığını açıkça ortaya koymuştu. Kongrede, bütün yönleri ile demokrasi yaşanmış, delegeler özgürce konuşmuş ve ülke sorunları ile parti meseleleri hiçbir kısıtlama ve müdahale olmaksızın serbestçe dile getirilmişti. Diğer bir anlamda bu kongrede gemiler yakılmış; İnsan Hakları, Adalet, Hukuk ve Demokrasi mücadelesi bütün hızıyla başlamıştı. Sonuçta kongre, büyük bir heyecan, inanç, azim, irade, kararlılık ve konsensüs içinde dağıldı. Teşkilât moral ve motivasyon kazandı.
Bu kongreden sonra iktidar ve muhalefet ilişkileri en sert dönemine girdi. CHP iktidarı, Başbakan Recep Peker yoluyla bütün yurtta Demokratlara karşı amansız bir baskı, eziyet-zulüm ve sindirme hareketine girişti. Aslanköy’de basit bir olay büyütülerek hemen bütün köy, zincire vurulmak suretiyle kadını erkekli mahkemelere gönderildi. Demokrat Partiye koministlerin sızdığı’na dair  iddia’ lar ileri sürülmeye başlandı. İçişleri Bakanı Hilmi Uran bu iddiayı Meclis kürsüsünde bizzat tekrarladı. Mücadele adeta can-cana, diş-dişe mesabesine gelmişti. Gerilim tırmanıyor, huzursuzluk sür’atle büyüyordu. CHP ve DP’liler arasında bütün yurtta amansız bir mücadele başlamıştı. Fakat, hükümet (CHP) bu mücadele’de, polis, jandarma, mahkeme hakimleri, kaymakam, vali, mülki-idari ve askeri ekân dahil devletin bütün imkân, kaynak ve güçlerini amansızca kullanıyor ve demokratları ezmek ve yıldırmak içinden elinden gelen her şeyi yapıyordu. Tırmanan gerilim ve gerginlik neredeyse patlama noktasına gelmişti.
Nihayet, 1947 yılı Temmuz ayı başında Cumhurbaşkanı İsmet İnönü Celâl Bayar’ı Çankaya’ya davet etti ve Demokrat Parti Genel Başkanı Celâl Bayar’a; “Hükümet sizin (de) ihtilâl metotları takip ettiğinizi ileri sürüyor. İlk işimiz, bu iki nokta (Hükümetin muhalefete karşı otoriter bir davranış içine girmemesi ve muhalefetin hükümete gözdağı vermeye son vermesi) üzerinde arada bir emniyet kurulmasıdır. Gerisi kolaydır. Şimdi bu tatilde bu mevzularda herkes kendine düşeni fiilen yaptığı nispette vaziyet terakki edecektir.” Dedi. Çankaya görüşmeleri 12.Temmuz.1947 gününe kadar devam etti. 12 Temmuz’da İsmet İnönü, altında Başvekil Recep Peker ile Muhalefet Partisi Genel Başkanı Celâl Bayar’ın imzaları bulunan bir beyanname yayınladı. Bu beyanname de; Devletin partiler karşısında tarafsız ve bağımsız kalacağı ve idarecilerin iktidar veya muhalefet farkı gözetmeyeceği bildiriliyor ve bütün idarecilerden bu politikanın uygulanması isteniyordu.
Bu beyanname, Demokrat Parti teşkilâtı için bir ferahlık konusu oldu. Fakat, DP kadrosunu da ikiye böldü. İstanbul İl Başkanı Kenan Öner; 12 Temmuz beyannamesini bir “muvazaa” bir gizli uyuşma belgesi olarak görüyor ve DP yöneticilerinin teşkilâtı sattığını iddia ediyordu. Bu sebeple de DP İstanbul İl Başkanlığı ve Parti üyeliğinden istifa etti.
Parti içi muhalefet tırmanınca, Genel İdare Kurulu tedbir olarak 6 Milletvekilini Yüksek Haysiyet Divanı’na sevk etti. General Sadık Aldoğan, Grup Başkan Vekili Osman Nuri Köni ve  Millet vekillerinden Mithat Sakaroğlu, Necati Erdem, Kemal Silivrili ve Hazım Bozca ihraç edildiler. Ancak, olaylar bununla bitmedi. Teşkilât ferahlamış, rahatlamış ve sakinleşmişti. Fakat, bahusus beyanname ile başlayan yönetimdeki huzursuzluk devam ediyordu. Bu arada (Partiden istifa etmeden önce) Kenan Öner tarafından bir “olağanüstü genel kurul” furyası başlatıldı. Bu furya içinde parti, parçalanma tekhlikesi ile karşı karşıya geldi. İlk 6 milletvekilinden sonra önlem olarak; Yusuf Kemal Tengirşek, Emin Sazak, Enis Akaygen, Ahmet Oğuz, Ahmet Tahtakılıç ve Hasan Dinçer partiden ihraç edildi.
İstanbul Milletvekili Mareşal Fevzi Çakmak, bütün bu olanlar ve olayların İsmet İnönü’nün başının altından çıktığını, Demokrat Partiyi parçalama, pasive etme ve dumura uğratma hedefini güttüğünü ve bu konuda asla samimi olmadığını söylüyordu. Aynı kanaat diğer Milletvekilleri arasında da yaygındı. Bu arada, 10 Milletvekili ortak bir bildiri yayılamak suretiyle; “Genel İdare Kurulu’nun tahakkümüne boyun eğmeleri halinde, Milletvekilliği görevlerini yapmış olmayacakları kanaati sebebiyle büyük kongre toplanıncaya kadar, “Bağımsız Demokrat Parti Grubu” olarak davanın hizmetinde olacaklarını açıkladılar. Bunlar ve daha önce partiden ihraç edilenler parti teşkilâtı üzerinde bir takım tasarruflara başladılar. Fakat, teşkilât bu yaklaşımlara iltifat etmeyip Genel Merkezin yanında yer aldı ve muhalefet görevini sürdürdü.

MİLLET PARTİSİ OLAYI
Olayların böyle gelişmesi Genel Merkezi rahatlattı. Fakat, muhalefet boş durmuyordu. 8 Temmuz 1948 günü (DP’den istifa eden eski İstanbul İl Başkanı) Kenan Öner basına bir demeç vererek yeni bir parti kuracaklarını açıkladı. Partinin adı: Millet Partisi. Bu partinin manevi başkanı Mareşal Fevzi Çakmak olacak, fakat başkanlığı Prof. Hikmet Bayur götürecekti. Millet partisi Tüzüğüne göre, sürekli başkanlık yoktu. Her dönemde yeni bir başkan seçilecekti. Öteki üyeler arasında Kenan Öner, Enis Akaygen, Mustafa Kentli, Osman Bölükbaşı, Osman Nuri Köni, General Sadık Aldoğan ve Şefik Çakmak (mareşalin damadı) vardı. Böylece, Demokrat Parti ilk doğumunu yağmış ve sancılı bir parçalanma sonucu Millet Partisi ortaya çıkmıştı. MP’nin kuruluşu ile DP içindeki bütün sert politika taraftarlarının hepsi bu partide buluşmuştu. Şatafatlı bir açılış töreni düzenlendi. Fakat beklenen olmadı. (Kısa bir süre sonra Kenan Öner boş bir hayal peşinde olduğunu anladı ve hayal kırıklığı içinde hayata veda etti. 1950 seçimlerinde MP her hangi bir başarı gösteremedi. Osman Bölükbaşı genel başkan oldu. Yalnızca Kırşehir’den oy alabiliyor ve kendisi Milletvekili seçilebiliyordu. Tek başına muhalefet haline geldi. Sonunda bu parti emekli Orgeneral Cemal Tural’ın eline geçti ve ondan sonra kapandı.)                                                
10.Nisan.1950’ de, sabık Demokrat Parti (İstanbul listesinden özel isteğe bağlı bağımsız) Milletvekillerinden Mareşal Fevzi ÇAKMAK vefat etti. Vefatı, bütün Türkiye’de, DP camiasında ve dünyada büyük üzüntü yarattı. Böylece; Atatürk’ den sonra ikinci mareşalini’ de Türkiye kaybetmişti. Vefatın yankıları uzun süre devam etti. Ancak, Halk Partisi camiasında içten içe gizli bir sevincin varlığı da gözlerden kaçmadı. Vefat günü utanmadan devlet radyolarından gün boyu oyun havası ve hareketli müzik yayını yaptılar.

                  DEMOKRAT PARTİ  2. OLAĞAN BÜYÜK KONGRESİ, 20.HAZİRAN.1949
                  ( Kongreler konusunda ileriki sayfalarda detay bilgi verilecektir.)
                  Demokrat Parti’ nin kongreleri tamamen alışılmışın dışında cereyan etmiş, 1. Büyük Kongre 4 gün, 2. kongre ise tam 5 gün sürmüştür. Asıl olan DP kongrelerinin tam dürüstlük, açıklık, şeffaflık ve Demokrasi içinde icra edilmiş olmasıdır. Ayrıca, bu kongrelerde dileyen her delege dilediği şekil ve sürece konuşmuş, süre kısıtlaması yapılmamış ve tahdit cihetine gidilmemiştir. Dolayısıyla DP’nin 1. , 2. , 3. ve 4. Büyük Kongrelerinde ülkenin bütün meseleleri konuşulmuş, milletin nabzı kongre boyunca burada atmış ve DP kongreleri Türk ve Dünya basınında büyük yankılar yaratmıştır. 07.Ocak.1947-14.Mayıs.1950 dönemi zor ve ağır şartlara karşı başarıyla verilen mücadelenin önemli bir sebep ve kaynağı da bu kongrelerdir. Her kongrede DP yeniden motive olmuş, fiili bütünlük / imtizaç yanında fikri bir zenginlik de olabildiğince yaşanmıştır. Bu yönüyle tarihi DP kongreleri adeta üniversal ve evrensel / entellektüel  birer platform niteliği arz eder. İşte, 1950 zaferinin en önemli unsur, sebep ve dayanaklarından biri de bu kongrelerdir.

                “GELENEKTE” BÜYÜK ZAFERE DOĞRU
                 Demokrat parti teşkilatları canla başla çalışırken, Genel Merkez ve Milletvekilleri de boş durmuyordu. Mecliste muazzam bir mücadele başlatılmıştı. Memleketin her meselesi dile getiriliyor, yaşanan sorunlar karşısında alternatif çözüm yolları ve projeler öneriliyor, kanun teklifleri yapılıyor, hasılı büyük bir Demokrasi ve fazilet mücadelesi veriliyordu.
                 Nitekim, 1946–1950 arasında önemli düzenlemelere vesile olundu. En önemlisi de, seçim kanunları değiştirildi. Gizli oy–açık sayım usulü ihdas edilerek, hakim teminatı getirildi. Böylece, 1946 (açık oy-gizli sayım) seçimlerinden ders ve ibret alınarak, tekrar etmemesi konusunda gerekli tedbirler alınmış oldu. Bu, seçim hukuku ile ilgili zorunlu bir düzenleme idi. (Ne bu tarihte ve ne de daha sonra Demokrat Parti seçim kanunları ile hiç oynamadı ve esasa taalluk eden her hangi bir değişiklik yapmadı. Seçim Kanunları daima CHP ve/veya koalisyon ortakları tarafından değiştirilmiştir.) Tabii ki bunlar kolay olmuyor ve mücadelesiz sonuç vermiyordu. Ancak, DP’nin bilinen, belli olan ve günden güne artan yoğun halk desteği nedeniyle, halk partisi zaman zaman geri adım atmak, bazan da hale rıza göstermek zorunda kalıyordu. Fakat, yine de fazla bir şey yapmak mümkün değildi. Halkın fakirlik, yokluk ve sefaleti devam ediyor, memleket günden güne kötüye gidiyordu. Ülkede fakirlik, yokluk, yoksulluk, işsizlik ve sefalet diz boyu idi. Yol yordam yoktu. 27 yıl süreyle halk “yol yapıyoruz” diye dağda bayırda taş kırmış ve kürek sallamıştı. Ama bir yerden bir yere gidecek doğru dürüst bir yol bile yapılmamıştı. Meselâ, Samsun’a 180 km uzaklıkta olan Ordu’ya kara yolu ile gitmek mümkün değildi. 1950’ye gelinceye kadar, başta Karadeniz olmak üzere hiçbir kıyı kentinde “sahil yolu” kavramını hayal etmek bile çok zordu. Belirli ve CHP’ li ayrıcalıklı bir “mutlu azınlığın” dışında halk mutsuzdu. Huzursuzdu. Anadolu insanı çile dolduruyor, azap ve ıstırap dolu, çok sıkıntılı  bir hayat yaşıyordu. Artık buna bir “DUR“ demenin zamanı gelmişti.

                  CUMHURİYET HALK PARTİSİNDE BÜYÜK UMUT :
                  14.Mayıs.1950 seçimleri kesinleştiğinde, Demokrat Partinin mücadele stratejisi belli oldu. DP, demokrasi ve milli irade bayrağını elinde tutacak, milli iradenin serbest ve adil bir seçimle tecelli edeceği güne kadar mücadeleye bütün gücü ile devam edecekti. Serbest ve dürüst bir seçim, ülkenin bu dönemde bir numaralı davası idi. Diğer sorunların hepsi de bundan sonra geliyordu. Memleketin içinde bulunduğu şartlar bu programı muhalefet partisine (DP’ye) adeta dikte etmişti. Demokrat Parti’nin demokrasi havarisi kesilmesi ve sözde halkın umudu haline gelmesi CHP’nin eseri ve uygulanan seçim stratejisinin gereği idi. Türk milleti, milli irade bayrağını tutan Demokrat Partinin etrafında gittikçe kabaran dalgalar halinde toplanıyor ve demokrasi kisvesi altında milletin iradesini hiçe sayanları iktidardan bu defa behemahal uzaklaştırmaya kararlı görünüyordu. Her ne kadar Halk Partisi böyle bir kurnazlık ve dikte-telkin politikası izliyor ise de; DP yönetici ve üyeleri davalarında samimi, azimli ve “iktidar olmakta” kararlı idi.
                  CHP yöneticileri bu inanç ve bilincin farkında değillerdi. Sadece telkin ettikleri politikanın tuttuğunu sanıyor ve şöyle düşünüyorlardı; “1946’dan beri izledikleri siyaset ve ülkede yerleştirdikleri demokratikleşme (!?) sonunda, vatandaşın, kendi partilerini (CHP’yi) tercih etmemesi için ortada artık bir sebep kalmamıştı. Başında tarihi bir şahsiyetin bulunduğu Halk Partisine, vatanımızın, milletin ve devletin ihtiyacı vardı. Üstelik, Türk-Sovyet ilişkileri bozulmuş, Moskova bizden Doğu Anadolu’da toprak, boğazlarda da üsler istemişti. Demokrat Parti iktidar olsa bile bu sorunları aşamaz, çare bulamaz ve çözüm üretemezdi. Memleket güvenliğinin birinci derecede önem kazandığı böylesine tehlikeli bir ortamda Türk halkı, yurdumuzu son büyük savaşta dünya yangınının dışında tutmaya muvaffak olmuş tecrübeli kaptanı elbetteki idarenin başından uzaklaştırmazdı. Aynı zamanda İnönü dünya çapında bir liderdi. Kaldı ki, CHP’ tek eksiği, demokrasiye intibaksızlığı değilmiydi ? İşte o eksiğini de, DP’nin kurulmasına müsaade ederek ve müsamaha göstererek şimdi tamamlamıştı. Böylece İnönü, rejimin baş koruyucusu durumuna geçmiş ve Demokrat Partinin elinden, onun en tesirli görünen silâhını da almıştı. Halk Partisi, yapacağı serbest ve dürüst bir seçimle gene iktidarda kalacak, 1946’nın ezikliğini üzerinden atacak  ve bu iktidarı en az elli sene daha sürecekti. İsmet İnönü, böylece, Cumhuriyetin en büyük inkilâbı demek olan “demokrasi inkılâbını” kendi iktidarını da koruyarak gerçekleştirmek gibi çok zor, hattâ Atatürk’ün bile yapamadığı bir işi kendisinin başarı ile yürüteceği umudunu taşıyor ve 14 Mayıs 1950 seçimlerine böylesine bir psikoloji ve senaryo ile giriyordu. Bütün Halk Partisi yöneticileri buna inanmış, son günlerde aşırı bir iyimserlik havasına kapılmış ve teşkilâtlarını da inandırma çabasına girerek; Seçimlere pembe gözlükler arkasından bakmaya başlamışlardı. Beklenen sonuç, seçimi ezici bir çoğunlukla halk partisinin kazanacağı doğrultusunda idi.
                  Hasan Saka’nın kabinesinde Başbakan Yardımcılığı yapmış olan Faik Ahmet Barutçu, anılarında bu ümit, beklenti, halk partisinde yaşanan olumlu hava ve psikoloji’yi şöyle anlatır : “Ankara’ya gelirken yol üstü illerdeki valilerle, parti yetkililerimiz ve milletvekili adayları ile konuştum hepsi sonuçtan güven duyuyordu. CHP’nin alacağı oy oranında % 60’ın altına ineni görmedim.” Der. (Faik Ahmet Barutçu, Siyasi Anılar-S: 412)  Oysa bu, çok aşırı iyimserlik; Halkı bilmemek ve tanımamaktı. Zira, Halk Partisinin zaten halkla bir ilgisi ve alâkası yotu. O, bir imtiyazlı sınıf ve zümre partisi idi.   
                   *****
                   BİLGİ NOT:


        Dörtlü Takrir: 

        Amacı, İçeriği, Neticesi


Dörtlü Takrir, Türk siyasi tarihindeki önemli dönüm noktalarından birisidir. Zira bu adım, Türkiye’nin çok partili siyasi yaşama geçmesindeki ilk adım olarak kabul edilmektedir. Amacı ve mahiyeti itibariyle bu adımın Türkiye’de demokrasinin ilerlemesi adına yapmış olduğu katkının göz ardı edilebilmesi mümkün değil ise de, ‘Dörtlü Takrir’in çok partili siyasi yaşama geçmekten ziyade, DemokratParti’nin kurulmasına öncülük ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Çünkü bu çalışmada kısaca değinilecek olan, ele alınan süreç içerisinde Milli Kalkınma Partisi’nin varlığı ve yaşadıkları bu farkı açık bir biçimde ortaya koymaktadır.
Amacı:
7 Haziran 1945 tarihinde CHP’li dört milletvekili, parti meclis gurubunda açık olarak görüşülmek üzere, meclis grubu başkanlığına bir takrir (önerge) vermişlerdir. Bu önergeyi veren isimler; İzmir milletvekili Celal Bayar, İçel milletvekili Refik Koraltan, Aydın milletvekili Adnan Menderes ve Kars milletvekili Fuat Köprülü olmuşlardır. Bu önerge, bu dört isim tarafından imzalanmış ve Türk siyasi tarihinde ‘Dörtlü Takrir’ olarak yer almıştır(1).
Bu önerge, özgürlükleri kısıtlayan rejimi daha fazla sürdürmenin doğru olmayacağı, anayasal hak ve özgürlüklerin tanınması gerektiği (2) üzerinde durmuş ve en nihayetinde “memlekette demokratik usullerin daha geniş şekilde tatbikine geçilmesi” (3) amacını taşımıştır.
İçeriği:
İçerik bakımından ise, önerge, yukarıda zikredilen dört milletvekilinin imzaları ile şu şekilde kaleme alınmıştır (4);
“Daha kuruluşundan beri, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve CHP’nin en esaslı umdesini teşkil eden demokrasi prensiplerine tamamıyla tatbiki sayesinde refah ve saadete kavuşacağı kanaatine bağlanmış olan vatandaşların bütün memlekette ve bilhassa partimiz mensupları arasında en büyük ekseriyeti teşkil ettikleri şüphesizdir. İşte bu kanaatledir ki milletçe özlenen bu amacın gerçekleştirilmesi için lüzumlu gördüğümüz tedbirleri partimizin meclis grubuna arz ve teklif etmeyi borç bildik.
Atatürk’ün ölmez adına bağlı olan mukaddes Kurtuluş savaşımızdan doğan Türkiye Cumhuriyeti ilk Teşkilat–ı Esasiye Kanunu ile dünyanın belki en demokratik anayasasını meydana getirmiş ve bu sayede gerek ferdi hürriyetleri gerek milli murakabeyi en geniş surette dağlamak imkânlarını vermiştir.
Memleketi Ortaçağdan kalma bir takım zararlı müesseselerden koruyabilmek ve irticaı kırmak maksadıyla 1925’ten sonraki yıllarda siyasi hürriyetlerin bazı takyitlere uğratıldığını biliyoruz. Lâkin Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Teşkilat–ı Esasiye Kanununun, demokratik ruhuna daima sadık kalmış ve cumhuriyetin kurucusu Büyük Atatürk bunu tamamıyla demokratik bir şekle ulaştırmak idealinden ölünceye kadar ayrılmamıştır.
Burada izaha lüzum görmediğimiz türlü sebeplerden dolayı muvaffakiyetsizlikle neticelenen Serbest Fırka tecrübesi bu maksatla yapılmış bir harekettir. Bu talihsiz tecrübenin uyandırdığı tepkiler neticesinde siyasi hürriyetlerin yeni bir takım tahditlere uğratıldığı inkâr edilemez. Bununla beraber cumhuriyet idaresinin her şeye rağmen demokratik tekâmül yolunda ilerlediğini gösteren teşebbüslerde vardır. Büyük Millet Meclisi seçimlerinde, müstakil mebuslara gittikçe daha artacak nispette yer ayrılması tecrübesini buna bir delil olarak zikredebiliriz.
İkinci Dünya Savaşı’nın belirmeye başlaması ve harp tehlikesinin memleketimizi daimi bir tehdit altında bulundurması pek tabii olarak siyasi hürriyetleri bir kat daha tahdide sebep olmuş ve bu suretle Teşkilat–ı Esasiye Kanunu’nun demokratik ruhundan biraz daha uzaklaşılmıştı. Gerçi CHP içinde ayrıca bir müstakil grup teşkili millî murakabede tek parti usulünden doğan zararların karşılanması yolunda bir tecrübe olmakla beraber kuruluşundaki gayritabiîlik dolayısıyla bundan da müspet bir netice alınmadığını görüyoruz.
Bütün dünyada, hürriyet ve demokrasi cereyanlarının tam bir zafer kazandığı demokratik hürriyetlere riayet prensibinin milletlerarası teminata bağlanmak üzere bulunduğu şu günlerde, memleketimizde de Cumhurbaşkanından en küçüğüne kadar bütün milletin aynı demokratik ülküleri taşıdığından şüphe edilemez.
Uzun asırlardan beri müstakil bir devlet olarak yaşayan Türkiye’de hatta okuyup yazma bilmeyen vatandaşların bile siyasi hürriyetlerini şuurla kullanacak bir seviyede bulundukları inkâr kabul edilmez bir hakikattir. Okuyup yazma bilmeyen köylüler arasında bile dünyanın en değerli idare ve siyaset adamlarını yetiştirmiş olan milletimizin bilhassa cumhuriyet idaresinin kuruluşundan beri yapılan hamleler neticesinde bundan 20 yıl evveline nispetle çok yüksek bir seviyeye erişmiş bulunduğu övünülecek bir gerçektir.
İşte bir taraftan iç hayatımızdaki bu mesut tekâmülün yarattığı siyasî olgunluk, diğer taraftan bugünkü medeniyet dünyasının umumî şartları daha ilk Teşkilât–ı Esasiye Kanunumuzda hâkim olan demokratik ruhu, bugünkü siyasî hayat ve teşkilatımızda kuvvetle tecelli ettirmek zamanı geldiği kanaatine bizi sevk etmiş bulunuyor. Bunun bir an evvel gerçekleşmesi yönündeki düşüncelerimizi şöyle hülasa ediyoruz:
1) Milli hâkimiyetin en tabiî neticesi ve aynı zamanda dayanağı olan Meclis murakabesinin anayasamızın yalnız şekline değil, ruhuna da tamamıyla uygun olarak tecellisini sağlayacak tedbirlerin alınması.
2) Yurttaşların siyasî hak ve hürriyetlerini daha ilk Teşkilât–ı Esasiye Kanunumuzun gerektirdiği genişlikte kullanabilmeleri imkânlarının sağlanması.
3) Bütün parti çalışmalarının yukarıdaki esaslara tamamıyla uygun bir şekilde yeniden tanzimi.
Muhterem milletvekilleri arkadaşlarımızın, yüksek tasviplerine sunduğumuz bu teklifimizle, daha ilk kuruluşundan beri millî hâkimiyet gayesine erişmeyi, onu gerçekleştirmeyi hedef tutan CHP’nin ve bütün Türk Milletinin yüksek arzularına tercüman olduğumuza, Atatürk’ün idealine sadık kaldığımıza inanmış bulunuyoruz.
Cumhurbaşkanımızın 19 Mayıs 1945 tarihli nutuklarında: “Siyaset ve fikir hayatımızda demokrasi prensiplerinin daha geniş ölçüde hüküm süreceği hakkındaki fikirleri”, bu teklifimizin vakitsiz ve yersiz olmadığı hakkındaki inancımızı büsbütün kuvvetlendirmiştir.
Milletimizin bütün kuvvet ve iradesini temsil eden Büyük Millet Meclisi Parti Grubu arkadaşlarımızın Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Türk Milletine dünya demokrasileri arasında şerefli bir mevkii sağlayacak olan bu teklifi, kendi öz düşüncelerinin bir ifadesi gibi telakki edeceklerinden asla şüphe etmediğimizi bir defa daha tekrar eder ve takririmizin açık oturumda müzakeresini saygılarımızla rica ederiz.”
Neticesi:
Yaşanan süreçte, hem dünyadaki hem de Türkiye’deki genel tabloyu ortaya koyan ve bu bağlamda “vakitsiz ve yersiz” olmadığı düşünülen bu önerge, 12 Haziran 1945’te parti meclis grubunca reddedilmiştir.
Önergenin bu reddedilişi, önergeyi imzalayan milletvekilleri ile parti arasındaki bağın zayıflamasına neden olmuş ve ardından bu bağ kopmuştur: 21 Eylül tarihinde Menderes, Koraltan ve Köprülü partiden çıkarılmışlardır/ihraç edilmişlerdir. Bayar ise, 1 Aralık’ta istifa etmiştir.
Bu kopma, bu dört ismin öncülüğünde kurulacak olan Demokrat Parti’nin siyasi yaşama adım atmasını sağlayacak olan ilk etmen olacaktır.
İkinci etmen ise kuşkusuz, önergede de belirtildiği üzere, dünya genelinde yaşanan gelişmelerdir. 1945 senesi çevrenin de iktidar adayı olarak örgütlenmesi için uygun koşulların oluştuğu bir dönemdi. Demokratik ülkelerin zaferiyle sonuçlanan 2. Dünya Savaşı’nın siyasal demokrasilerin cazibesini artırması, yönetici elit arasındaki bölünmenin halkı kendisinden destek alınacak alternatif güç haline getirmesi, tek partili yılların ekonomik, toplumsal ve siyasal sorunları altında bunalan toplumun sıkıntılarını ifade edebileceği bir kanal arayışı Demokrat Parti’nin kurulmasındaki önemli çevresel avantajlar ve faktörlerdi(5).
Bunun bu gelişmelerin ve etmenlerin neticesinde, 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti kurulacak ve Türk siyasi tarihi yeni bir döneme girecektir.
Sonuç:
Tekrar belirtmek gerekirse, Dörtlü Takrir hadisesi, amacı ve mahiyeti itibariyle Türkiye’de demokrasinin ilerlemesi adına önemli bir katkıdır. Ancak bu önergenin sonucu olarak çok partili siyasi yaşama geçilmesinden ziyade Demokrat Parti’nin kurulmasını görmek daha doğru olacaktır. Zira o dönemde Nuri Demirağ tarafından kurulan Milli Kalkınma Partisi’nin siyasi sahnede çok fazla yaşam alanı bulamaması (bir diğer ifade ile bu partiye yaşam alanının bırakılmaması) bu ifadeyi teyit eder mahiyettedir. Hakeza, İnönü de o dönemde, Mecliste yer alacak olan bir muhalefet partisinin CHP’den çıkmasını istediğini belirtecektir (6).
Samet ZENGİNOĞLU
Dipnotlar:
(1)Yaşar Baytal, Demokrat Parti Dönemi Ekonomi Politikaları (1950–1957), Ankara Üniversitesi, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, S. 40, Kasım 2007, s. 549.
(2)Murat Pıçak, Türkiye’nin Çok Partili Parlementer Sisteme Geçiş Sürecinde Siyasi Partilerin Ekonomi Politikaları, Akademik Bakış Dergisi, Sayı: 25, Temmuz–Ağustos 2011, s. 4.
(3)Osman Akandere, Bir Demokrasi Beyannamesi Olarak “Dörtlü Takrir’in” Amacı ve Mahiyeti, http://www.sosyalbil.selcuk.edu.tr/sos_mak/makaleler/Osman%AKANDERE/5-28.pdf s. 9. (Erişim: 05.05.2012)
(4)A.g.e., s. 23, 24.
(5)Atacan Şahin, Türkiye’nin Çok Partili Hayata Geçiş Sürecinde Seçimler ve Seçmen Davranışları, Siyasal İletişim Enstitüsü,http://www.siyasaliletisim.org/pdf/1946secimleri.pdf s. 3. (Erişim: 12.05.2012)
(6)Yüksel Kaştan, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Partili Dönemden Çok Partili Döneme Geçişte CHP’nin Yönetim Anlayışındaki Gelişmeler (1938–1950),http://www.aku.edu.tr/AKU/DosyaYonetimi/SOSYALBILENS/dergi/VIII1/ykastas.pdf s. 128. (Erişim: 13.05.2012); MKP örneği ile Tek parti yönetiminin Kendi dışında muhalif bir partiye izin verip vermeyeceği hususu netleşmiştir. “50. Yıldönümümde 27 Mayıs’ı Hatırla(t)mak”, Stratejik Düşünce Enstitüsü, Türkiye Çalışmaları Grubu Raporu,http://www.sde.org.tr/userfiles/file/SDE-RAPOR%2027%20MAY%C4%B1s-yeni-t.pdf s. 5. (Erişim: 07.05.2012)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder